Welcome to Our Website

Bahçeli ve Soner Yalçın nerede buluştu: Yerel halk kimin dilidir

Türk milletinin 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramını tebrik ediyorum. Çocuk bayramı olması sebebiyle tüm dünya çocuklarının bayramıdır “kutlu olsun”. Ne kadar ileri görüşlü bir yaklaşımdır. Gazi Mustafa Kemal ve aziz mücadele arkadaşlarını rahmet ve minnetle yad ediyorum.

“Saygı olsun tuğ kaldıran orduların Başbuğuna”

Köktürklerden sonra sürgün edilen Türk adı 1200 yıl sonra yeniden devlet adı oldu. Büyük önder “Türk milleti ve milli egemenlik kavramını” yeniden Türklüğe armağan etti.

“Milli Egemenlik” kavramı balon, bayrak, festival coşkusu arasında gürültüye gitmesin aman!. Bu kutlu günde sevinmek, eğlenmek herkesin “en çok da çocukların hakkı”. Çocuklar eğlenirken büyükler “milli egemenliğe yaptıkları naniklerin, sahtekarlıkların” üzerine biraz düşünsünler, belki vicdan yapıp tövbekâr olurlar, Âgâh Hûn’un iç sesiyle. Bir kesim hukuk devleti tarumar edilirken havaya baktıkları, zulme karşı sessiz kalabildikleri için vicdan yapıyorlar, balon, tenteneli sosyal medya sözleriyle bir ölçüde ego mastürbasyonuyla zararsız ve risksiz yoldan rahatlama sağlıyor, durumu kurtarıyorlar.

Atatürk: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ‘Türkiye Halkı’na ‘Türk Milleti’ denir,” diyor. Tasada ve kıvançta, yurttaş hukukunda, ortak tarih ve yaşama iradesinde birleşen çağdaş ve bugün için bile ilerici olan bir tanımlama yapıyor

2024 yılında;

Mehmet Şimşek, Ekrem İmamoğlu, Mansur Yavaş: “yerel halk” diyor.

Neoliberal, gerici bir jargona savruluyorlar.

Küresel oligarşi “Yerel Halk” diyor.

Sayın Bahçeli haklı olarak bu duruma sert tepki göstererek iddia sahiplerini “müfsidlikle” fitne ve fesat çıkarmakla suçluyor.

Haklıdır, lakin eksiktir bu açıklama öylesine bir açıklama değildir. Soner Yalçın’ın Cumhurbaşkanımızın etrafının “başka çaremiz yoktu” maliye, iktisat lobisince, bürokrasisince sarılarak Türkiye’nin siyasi tavizlere zorlanması tespitiyle berber okumak gerekir.

Bir takım zevattan ve bakanlıktan gelen davulcu yellenmesi babından “efendim literatürde locality denir” açıklamalarını ifşa olmanın telaşıyla yapılan afazik açıklamalar olarak değerlendirmek gerekir. Sanırsınız Türkiye’de tek ekonomist beyefendi, Türkiye ilk defa yabancı piyasalara sunum yapıyor. Devlet adamlığı ciddiyeti böyle safsataları kaldırmaz.

Siyaset ahalisinin iktidar ve muhalefet olarak küresel hegemonyanın yeni ve bize dayatılan diliyle örtüşme kaygısını not ediyoruz.

Bugün egemenlik Padişahtan, Tanrı adına egemenlik iddiasında bulunanlardan “Allah’ın yeryüzündeki gölgelerinden” alınarak millete verildi. Egemenlik ve hukukun kaynağı millet ve pozitif hukuk, akıl oldu. 23 Nisanın esas devrimci yönü budur. Dinsel hukukta yurttaş yoktur kul vardır. Tanrı ile insan arasında “karşılıklı mesuliyet içeren” bir hukuk ilişkisinden söz açılamayacağı için dinsel hukuk en başında Tanrısal bir ihsandır. Milli Egemenlik, kulluktan yurttaşlığa dönüşün adıdır. Tekrardan Tanrı adına egemenlik kullanma numarasına bizler gülüp geçeriz. Hukukun tekrardan en üstün güç olacağı günleri özlemle bekliyoruz. Güçlünün hukuku değil hukukun gücünün üstün olacağı nepotizmden, ağbicilikten, cemaatçilikten, tarikatçılıktan hemşericilikten, particilikten, küçük memur ahlakından arınmış bir sosyal ve kültürel iklim için daha çok yolumuz var.

TBMM siyasetindeki 5 partinin de aynı anda yeminli NATO’cu ve Neoliberal olması ama kendilerine sorarsan milliyetçi, İslamcı, sağcı, liberal, solcu olabilmeleri mümkündür. Parti “gadıroları” ve seçmenleri de herhangi bir çelişki görmüyor.

Milli egemenlik kavramı Tanzimat’la başlayan modernleşme hareketleri ve “milli demokratik devrim” sürecimizin önemli bir aşamasıdır. Yeni Osmanlılar, Genç Türkler, İttihat ve Terakki ve Kuvayı Milliye kadrolarının 70 yıllık mücadelelerinin sonucu ortaya çıkan devrimci , ilerici bütün Doğu dünyasınca gıpta edilen bir kazanımdır. Nehru’ya “Mustafa Kemal İngilizler’i yenene kadar Tanrı’yı da İngiliz sanırdım”, Mao’ya “Çin’in Kemal’i nerede?” dedirten büyük atılım.

Rönesans, Reform, Hümanizm, İncil’in milli dillere çevrilmesi, Sanayi Devrimi, Burjuva demokratik devrimi denilen süreçler sonunda kuldan vatandaşa, din için insandan insan için dine, bireysel hak ve özgürlükleri, insan haklarını teminat altına alan Kralı, Monarşileri sınırlayan düzenlemeler gerçekleşti. Egemenlik, toplum sözleşmesi gereği Tanrı’dan (Tanrı adına egemenliği kullananlardan), Kral’dan soyut bir genel iradeye, millete geçmiş oldu. Böylece ümmet egemenliğinden millet egemenliğine geçilmiş olundu.

İhtlal-i kebirden (İttihatçılar böyle derdi) müdevver adalet, eşitlik ve hürriyet prensiplerine dayanan hukuk devleti son tahlilde milli devletin dünya uygarlık mirasına armağanıdır. Bizdeki esasen tablacı diyebileceğimiz solcu, milliyetçi, liberal ve İslamcının dudak büktüğü “milli” perspektif. Tablacı ufakcıdır bir yerden alır bir yere satar, yolunu bulur, üretim, muhteva umurunda olmaz.

Zeki Hafızoğulları’nın şu tespitleri ne kadar ufuk açıcı. “İktidarın kaynağının İlahî irade veya beşerî irade olduğunun kabulü, evrenin farklı algılanmaları sonucunu doğurması bir yana, birbiriyle bağlaşır olmayan farklı düşünce sistemlerine, dolayısıyla farklı düzenlere vücut vermektedir, iktidarın kaynağının İlâhî irade olduğu kabul edildiğinde, buradan İlahî düşünce sistemleri, dolayısıyla İlâhî toplumsal yapılar ortaya çıkmaktadır. Buna karşılık, iktidar kaynağının beşerî irade olduğu kabul edildiğinde, buradan beşerî düşünce sistemleri, dolayısıyla beşerî toplumsal yapılar doğmaktadır. İki ucun ortalamasını almak, mantıksal olarak mümkün olmamaktadır. Üstelik, toplumsal gerçeklik de bunu doğrulamaktadır. Hiç bir toplumsal gerçeklikte böyle telifci bir yapıya rastlanmış değildir. Demek ki, burada, birbiriyle bağdaşır olmayan, kristalize, iki farklı düşünce sistemi, dolayısıyla iki farklı toplumsal yapılanmayla karşı karşıya bulunulmaktadır. İktidarın kaynağı İlâhîdir dendiğinde, bundan teokratik/ skolâstik düşünce sistemleri, dolayısıyla teokratik hukuk/devlet/toplum yapılan; iktidarın kaynağı beşerîdir dendiğinde bundan, İlâhînin karşıtı laik düşünce sistemleri, dolayısıyla laik hukuk/devlet/toplum yapıları ortaya çıkmaktadır.

Böyle olunca, laikliğin tanımında, yegâne itibar edilebilecek beşerî bir esas belirlenmiş olmaktadır. Bu, iktidarın/buyurma erkinin/egemenliğin izafe edildiği kaynakta yatmaktadır. Öyleyse, tanımlarsak, laiklik; bir toplumun siyasal örgütlenmesinin ifadesi devletin temel unsuru olan iktidarın/devlet kudretinin/egemenliğin kaynağının beşerî irade olmasıdır.

Hukuk bir iradedir, ama ne Tanrı’nın, ne de en kuvvetlinin iradesidir, hukuk milletin genel iradesidir. Bu düşüncenin temelindeki düşünce, “ferdin hür olarak doğduğu” düşüncesidir. Hür olarak doğan fertler, “âdeta aralarında evvelce bir mukavele akdetmişler gibi birbirine bağlıdırlar”, “her fert bu mukaveleye dayanarak cemiyetin üyesi olur. Ve bir üye sıfatıyla bu cemiyete giren bir kısım hürriyetlerden vazgeçer, fakat buna mukabil, kanun vasıtasıyla himaye edilmiş yani “medenî” ve hakikî bir hürriyet iktisap eder.” “O halde, fert, mukavele vasıtasıyla cemiyetin üyesi olduktan sonra kanunlara ihtiyariyle tâbi olduğu gibi, hukukun meydana gelmesine de iştirak imkânını kazanır. Yani amme iradesi kanalı ile hakimiyete de iştirak eder”. Buradan, fertlerin iradelerinden bağımsız, bir “millî irade” olduğu fikri ortaya çıkmıştır. Metafizik bir kavram olduğu hakkındaki düşünceler bir yana millî irade düşüncesinin sonucu olarak, laik toplum /hukuk/devlet düzenine geçişte, bir yandan teokratik toplum /hukuk/devlet düzenlerine ait ümmet fikri, yerini millet fikrine bırakırken öte yandan, kul/tebaa fikri, yerini insan/vatandaş fikrine bırakmıştır. Böylece, bugün hararetle savunulan ve uluslararası sözleşmelerle korunması, geliştirilmesi devlete temel bir yükümlülük olarak yüklenen “insan hakları” düşüncesinin temelleri bu düşüncelerle atılmış olmaktadır. Bugün, gerçekten, insan hakları ancak laik-demokratik bir toplum/hukuk/devlet düzeninde söz konusu olabilmektedir. Teokratik bir toplum/hukuk/devlet düzeninde, mantığı gereği, egemenin müdahale edemeyeceği ferde özgü bir özgürlük alanı bulunmadığından, insan hakları kavramının yeri yoktur. Bazen, bu düzenlerde, insan haklarının bazı tezahürlerine yer verilmiş olması, örneğin farklı inançtan olanlara hoşgörülü davranılması, insan haklarının olmasını değil, egemenin ihsanını ifade eder.”

XXI. yüzyılın eşiğinde Türkiye içinde bulunduğu kriz ortamından yine “milli demokratik devrim” (MDD) prensibini ihya ederek çıkabilir. Doğu/Batı/Kuzey/Güney ekseninde dengeyi ve milli çıkarlarımızı gözeten, komşularımızla barış ve işbirliği içinde bir dış siyaset [5 denizi birleştirecek –Hazar, Kızıldeniz, Karadeniz, Akdeniz, Ege, Kızıldeniz ] ekonomik ve siyasi olarak yakınlaştıracak bir siyasi perspektif gerekiyor.

Kamucu, planlı özel sektöre yön gösteren işbirliğiyle küçük sermayenin “üreten güçlerinin”, ve tüketen güçlerin güçlerine adilane ve eşitlikçi bir biçimde üretim için birleştirdiği modelle yeniden Cumhuriyetin ilk 15 yılında yakaladığı ekonomik ve siyasi mucizeyi yakalayabiliriz.”

Tüketen güçlerin örgütlülüğü” başlı başına bir üretim gücüdür. Sendikaların ticaret yapmasının önündeki ahmakça engel artık kaldırılmalıdır. Kuzey ülkelerinde en büyük fonlar işçi sendikalarına ait siz hangi gezegendesiniz. Sendikaların, Türk İş’in SSK hastanelerini işçi kendi parasıyla inşa etti devlet “iç etti” fena mı oldu? gene yaparlar gene el koyarız!

TBMM partileri ve Reyizler gibi bakarsanız çözüm yok. Türkiye diz çökerek emperyalizmin sunacağı reçeteye evet diyerek dönüşsüz olarak yeniden NATO, ABD limanına demir atmalıdır.

Bütün partilerimizdeki Gladyocular bu ara kıpır kıpır.

Yeni anayasa telaşındalar.!

KK ve Meral Hanım’ın meşhur masasından müdevver 21 anayasası yine gündemde. Numan Başkan o ara özel tayyare ile özlü söz söylemek için Mardin’e gitmişti, biraz tavsadı ama devam ediyor. Süreç ve aktörler değişiyor ama emperyalizmin dosyası hep aynı kaldığı yerden devam ediyor.

Biz Atatürk gibi bakıyoruz, Celal Bayar, Cahit Kayra, Doğan Avcıoğlu, milli ekonomi diyenler gibi bakıyoruz. Bizim baktığımız yerde kaynak da çözüm de vardır.

Diz çökmek, taviz vermek, milli haklarımızdan taviz vermek zorunda değiliz.

-OECD ülkeleri kadar borsa kazançlarından vergi alırsak kaynak sorunu kalmıyor.

-Milli gelirin %58’ini alıp vergilerin %34’ünü vererek bize akıllılık taslayan sermaye sınıfından bizim kadar vergi alırsanız bütçe ve kaynak sorunu kalmıyor.

-Milli gelirin %10’una devlet vergi ve maliye politikalarıyla eşit olarak 10 yıl el koyarsa, yatırıma döndürürse yaratacağı kredi gücüyle ülkenin işsizlik ve yoksulluk, üretimsizlik sorunu kalmaz.

-Yıllık 100 milyar dolara varan imar rantını gerçekçi olarak vergilendirirsek kaynak sorunu kalmaz.

Siyasal egemenliğini kullanır senyoraj hakkından vazgeçmeyip kamu harcamalarını artırırsa, üretimi kadar para basarsa sorunu olmaz.

Bunlar öncelikli olarak kimden alıp kime vereceğiniz kararıyla alakalıdır. Sert tokalaşma milliyetçiliği, boğazlı kazak solculuğu, şadırvan İslamcılığının tercihi fakirden alıp zengine vermek şeklindedir. O yüzden neoliberalizmi desteklerler.

Biz bağımsız vatanperver Türk milliyetçileri müdafa’â-yi hukuk solcuları, ayağı bu topraklara basan çağdaş muhafazakarlar olarak Atatürk ve arkadaşları gibi bakıyoruz. 15 yılda 2 trilyon dolara yakın borç ödeyip kamulaştırma yapan Cumhuriyetin Atatürk’ün ekonomi politikasında çözüm vardır.

Sığınmacıların entegrasyonunu savunanların söylemlerini yapı söküme uğrattığımızda devamında “Suriye’de kurulacak kantona örtülü destek çıkar”. Sığınmacılar dönerse o proje çöker. O yüzden enternasyonalizm ve Ensar dümeniyle etnik ırkçılık ve emperyalizme erketecilik yapılıyor. AB ülkeleri kadar hassasiyet bize yeter de artar bile.

Peştun sığınmacılar hiçbir kaydı kuydu olmayan rastgele dağılmış, narkoterörle iltisaklı ABD’nin Afganistan’da eğittiği paramiliter askerlerdir. Kurmay kendini düşmanın gözüyle okuyabilendir. Öyleyse düşman gibi! sesli düşünüyorum bunları Türkiye’ye karşı bir kalkışmada başlarına FETÖCÜ tart edilen personeli koyarak kullanırsam Türkiye buna karşı ne tedbir almıştır? Bunları misafir etme mecburiyetimiz nereden kaynaklanıyor.?

23 Nisan vesilesiyle hatırlatalım partilerimizin tarih bilinci çok eksik maalesef. TC kurulabilmesi için Balkanlar ve Kafkasya’dan büyük stratejik bir demografik operasyon yapılmıştır. Düşman stratejik aklı bunu biliyor ve süreci geri sarıyor. Süreç Balkan savaşından Cumhuriyetin ilanına kadar sürdü. Mevcut demografiyle üniter bir milli devlet kurulamayacağını o zamanki ITC önderleri gördüler.

Siz neyi görüyorsunuz?

13 milyon sığınmacı ve üstüne üstlük ayrılık isteyen nüfusu üst üste koyduğumuzda rakam nereye ulaşıyor? Bu bile tek başına içinde bulunduğumuz garip yönelimi izah eder.

Sakın ha! İslamcılık ve ümmet, ensar zokasını yutmayın. Cemaat ve tarikat dünyasının hayalleriyle bu coğrafyada ayakta kalınmaz.

Ülkeyi batırırsınız. !

20. yüzyılda İslamcılık neden kaybettiyse aynı nesnel koşullar bugün fazlasıyla vardır. Dinlerseniz yüksünmeden anlatırım. Devletimizin MGK’sı hariciyesi, güvenlik bürokrasisi faydalanmak istiyorsa bunları biz Türkologlardan dinlemeli. Bu bilgileri ve tarihsel müktesebatı bizim gibi bilemezler. Onların muhibbanı ve danişmentlerinde de bilen yoktur.

Kürtlerimizle ve farklı etnisitedeki akrabalarımızla bütünleşerek onlara adalet ve refah sunarak bu girdaptan çıkacağız. 5 tane (sığınmacılar öncesi) Gaziantep Kürt sorunu diye sunulan temelde refah ve feodal sıkışma sorununu çözer. Hakkari’de sorun olan şey neden Gaziantep’te değil. Bunu bizim karar alıcılar anlamadılar, anlayamazlar. Diyarbakır ve Erzurum Müdafayi Hukuk, Şark İlleri Müdafaayı Hukuk nasıl yaptıysa öyle yapacağız. Demokratik meşruiyete yaslanarak yapacağız. Terörü marjinalize ederek, sosyal ekonomik hakları sağlayarak, açları doyurup çıplakları donatarak, gerçek bir demokratik seçimin altyapısını oluşturacağız. Dürüm sarıp kaçma, minzi yufka yancılığı, güvece ekmek banma hayaline dayalı neoliberal model böler.

Kimse kimseye Kaf dağından kar bağışlamasın.

Türk siyasal egemenliğini/milli egemenliğini kimseye devretmeyiz. Hukuk devleti kapsamında eşitçe kullanırız.

Haklıyız, dün olduğu gibi bugün de biz kazanacağız!

Çünkü biz Türklüğün geleceğini, tarihin ileri yürüyüşünü temsi ediyoruz.

Celal Nuri Bey, “İstirham ederim! Türkiyeli hiçbir manaya gelmemektedir.

Prof. Kemal Üçüncü

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir